25 Ağustos 2009 Salı

Bittin sen gazeteci

Kanat Atkaya, "Bugün gazeteciler ne hale gelmişlerdir" sorusunu ele aldı ve gazetecilerin ticarethanelerde çalışan memurlara dönüştüklerini söyledi.

MAKALEMİZ, “Bugün gazeteciler ne hale gelmişlerdir” sorusuyla başlıyor ve devam ediyor:
“Gazeteciler bugün bir ticarethanede aylıklı bir memur halindedirler!

Meşhur bir isimleri olsa da, sadık okuyucuları bulunsa da, bir gazete müdürü onları aylıkla tutar; tıpkı bir tiyatro idare müdürünün iyi bir tenoru tutması gibi!
- Sesiniz var, tavır ve hareketleriniz de fena değil. Yahut, sadece: Halkın hoşuna gidiyorsunuz, size yüksek bir ücret vereceğim.
Fakat söylemeye hacet yok ya, piyesleri ben seçeceğim ve icap ederse rolünüzü ne yolda yapmak lazım geldiğini size ben söyleyeceğim...”
* * *
Vaaay! Yazı tatlanmaya başladı sanki... Devam edelim:
“...(Gazetecinin) şayet arada mukaveleye muhalif hareket etmek zihnine eserse direktör onu çarçabuk hakikat sahasına indirir:
- Zannediyor musunuz ki, bir gazete tesis etmek ve gazeteyi yaşatmak için kendimi bu kadar helâk etmem onu sizin keyfinize amade bir hale getirmek içindir?..”
* * *
“...Şüphesiz ki hâlâ siyasi gazeteler vardır. Fakat heyhat! Mukadderatları çok kere imrenilecek bir şey değildir.
Bu fikir gazeteleri şimdi şan ve şeref temin etmeyen güzel gayret hamleleridir. Kum üzerine hâkkedilmiş şaheserlerdir..”
* * *
Aslında burada alıntılamayı kesip, minik bir test mi yapsam?
Soru: Okumakta olduğunuz makale kime ait olabilir?
Seçenekler: a) Baha/Taha Konsorsiyumu b) Ekrem Dumanlı&Co. c) Serpme Osmanlıca yüzünden bir Akif Beki seziyorum. d) Kanat, çok feci atıyorsun! d) Ne bileyim kime ait?
* * *
Yazıya dönelim, o daha eğlenceli:
“...Bazı nadir zarif okuyucular için yazı yazmakta ısrar eden muharrirler gayet sakin mevzular içinde kapanıp kalmışlardır.
Mevsimlerin avdetlerini selamlarlar, senei devriyeleri izah ederler, hava hâdiselerine alâkadar olurlar, bir haftalık eski bir vakayi tefsir için iki, üç yüz satır yazı yazarlar.
Halbuki o vaka aktüalite olduğu gün ancak yirmi satıra lâyık görülmüştü...”
* * *
Oh, oh maşallah! Yazan şahıs yürek yerine ekmek fırını taşıyor olmalı.
Son bir alıntı, sonra açıklayacağım:
“Gazetecilerin boyunlarını büküp katlanmalarından başka çare yok. Gazeteler artık onların keyiflerine tâbi değildirler. Şimdi onlar gazetelerin keyiflerine tâbidirler.
Halk artık muharrirleri aramıyor, firmaya gidiyor.
Bugün bir gazeteci şöhret sahibi olmak emelini besleyebilir, fakat kendisine mahsus okuyucuları olması emelini beslemeğe hakkı yoktur!”
Yürü ağbi, yürü de sen kimsin, kimlerdensin, ismini bahşeder misin?
* * *
Yazı Robert de Jouvenel tarafından kaleme alınmış.
Yayın tarihi belirsiz fakat Hüseyin Cahit 28 Haziran 1934 tarihli Fikir Hareketleri’nde (İlmî, İçtimaî, Edebî Haftalık Risale) çevirerek kullandığına göre en az 75 yıllık.
Görüldüğü üzere “bir o eksikmiş gibi süren medyada tasfiye tartışması”nda kullanılan argümanlar ve türevleri yeni değil.
* * *
Zaman değişecek, toplum değişecek, hatta Çelik değişecek ama medya değişmeyecek!
Değişecek tabii, hep değişti hatta siz bu yazıyı okurken de değişiyor olacak.
Ama hiç değişime uğramamış gibi çat diye, tam Ekrem Dumanlı hikâye kitabı çıkartmışken “tasfiye” başlaması da çok enteresan.
Cemre haberleri, Eurovision için dağıtılan not çizelgesi, karton model oyuncaklar gibi zamana ve şartlara tutunamayıp silinen yazarlar olacak.
Okuyacak yazı yazamayan, sadece hindi gibi kabaran, haliyle okuyucu da bulamayanlar silinecek.
Hep silinmiş, yine silinecek.
Büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden öperim.
(NOT: Aklınızda bulunsun... www.twitter.com/katkaya)
Kanat Atkaya / HÜRRİYET

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Paylaşım.......Arkadaşım, hayat bu daha ne olsun?

Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama
Yarım saat erkene kurulsun saatin
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin..
Pencereni aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin. Yüzüne
su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin
Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart
Çek kızarmış ekmek kokusunu içine
Bak güzelim kahvaltının keyfine..
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,
Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse,aydınlık bir gün dile
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden,
Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,
Ohhh şöyle bir hafifle
Bir güzel kahve ısmarla kendine, seni mutlu eden sesi duymak için alo de
Hiç işin olmasada öğle üzeri dışarı çık!
Yağmur varsa ıslan, ! güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa
Yürü,yürürken sağa sola bak, öylesine değil,görerek bak
Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa, çocuk görürsen
yanağından makas al..
Sonra,şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı, sen çok dar da iken kimler
seni ferahlattı,hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını
tıklattı?Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor..
Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak, yüzünde güller
açtıracak.. Günün güzeldi değil mi? Akşamın da güzel olsun..Yemeğin ne
olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun..
Saklama tabakları, bardakları misafire
Sizden ala misafir mi var bu dünyada
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil, vazife yapar gibi hiç
değil, Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi, eksik
bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının..
Gece evinde, dostların olsun
Sohbet mezen, kahkahan içkin olsun..
Arkadaşım,hayat bu daha ne olsun?

Ama en önce ve illa ki sağlık!

Can Yücel

29 Ekim 2008 Çarşamba

Hikmet Çetinkaya - Politika Günlüğü

Ankara Günleri...


Hava birdenbire serinledi, yağmur bulutları çoğaldı... Bir pazar sabahıydı... Üşümüş ağaçlar altında bir süre yürüdüm...

Siyasetin yüreği Ankara’da sabah böyle başlamıştı...

Alacakaranlığın sesini, yaşamın iç çekişlerini yazıya dökmek zordur...

Sevginin melteminde buluşmak, anılar denizinde dolaşmak zordur...

Tunalı Hilmi Caddesi’ndeki Ege Lokantası’nda Engin Aydın ve Mustafa Balbay’la birlikte Günçiçeği gecesinin nasıl geçtiğine şaşırıp kaldık, anılar denizinde dolaşırken.

Murat Karayalçın’ın Deniz Baykal’la görüşmesi, Ankara Anakent Belediye Başkanlığı’na aday olması sanırım en çok taksi şoförlerini sevindirmiştir.

O güzelim Ankara son on beş yılda işkence çekiyordu “tek yön”den...

Karayalçın’ın adaylığını taksi şoförleri desteklediğine göre Ankara alınırdı.

2004 yerel seçimlerinde sandığa giden seçmen oranı yüzde yetmişti... Yüzde yirmi oranında bir seçmen CHP, SHP ve DSP’ye tepki koyup oy kullanmamıştı.

O gece Engin Aydın’la, Balbay’la siyasetten söz ettik, eski günleri anımsadık...

Cumhuriyet gazetesinin kültür sanat etkinliklerine katılmak için gitmiştim Ankara’ya.

13-29 Ekim tarihleri arasında yapılan etkinlik ilgi görüyordu...

Fikret Bila’nın söyleşisine yetişemedim ama şair dostum Ahmet Telli’nin “şiir dinletisi”ni sonuna dek izledim.

Anılar bir iğne batışı gibiydi dudaklarda. Salon doluydu. Gençler, orta yaşlılar, çocuklar yan yana oturmuşlardı...

Ahmet Telli’nin dizelerinden taşrada geçen çocukluğum, tren saatleri, ilk aşklarım, tutukluluk günlerim yansıyor gibiydi.

Ve Eliot’un unutamadığım şiiri:

“Oyalandık bir vakit denizin sofralarında/Saçlarına kırmızı yosunlar takmış deniz perileriyle/Boğulduk sonra uyanınca ansızın insan sesleriyle.”

***

Cumhuriyet’in yeni Ankara Bürosu Çankaya’da... Üç katlı yapının giriş katı Cumhuriyet Kitap Kulübü ve Cumhuriyet Kafe...

Bir pazar sabahı üniversiteli ve liseli gençler çaylarını, kahvelerini yudumlarken bayiden satın aldıkları Cumhuriyet’i okuyorlar...

Genç yaşta yitirdiğimiz Sevgili Erdoğan Özer’in oğlu Osman Özer bu işin başında... Mustafa Balbay ve Fazilet Kuza da Osman’a destek veriyorlar.

Ankara Büro’nun böyle bir yapıya sahip olmasında İbrahim Yıldız ve Ertin Akgüç’ün katkısı olduğunu da vurgulamak isterim.

Devlet Tiyatroları Opera ve Bale Çalışanları Yardımlaşma Derneği (TOBAV) önderliğinde yapılan “85. Yıl Cumhuriyet Korosu”nun Anıtpark’taki etkinliği gerçekten çok görkemli geçti.

Çocuklar ellerinde ay yıldızlı bayrağımızla marşlar söylediler şef İbrahim Yazıcı yönetiminde.

TOBAV Başkanı tiyatro sanatçısı Tamer Levent’i kutluyorum...

Güneş kaybolup çıkıyordu Ankara’da. O saatlerde İstanbul yağmura teslim olmuştu...

Ahmet Telli’nin şiir dinletisi, Özgen Acar’ın söyleşi ve sinevizyon gösterisi izlenmeye değerdi...

Pazar günü Gramofoncu Ali’nin taş plak dinletisi hüzünlendirdi beni...

Bir sandalye çekip oturdum kafenin önüne...

Eski Ankara ve İzmir günlerim, Diyarbakır’dan Batman’a gidişim geldi aklıma.

Etnik milliyetçiliğe karşı ne yapabilirdik?

Sosyalist bir bakış açısı, Türklerin ve Kürtlerin işçi sınıfının sesleri olması o denli zor muydu?

Emperyalizme karşı yurtseverlik bilinci ve Marksist dünya görüşü, etnik milliyetçiliğin panzehiri değil miydi?

Etnik temele dayalı Türk ve Kürt milliyetçiliğine karşı ne yapabilirdik?

Bunları Cumhuriyet okurlarıyla da konuştuk saatlerce...

***

Saat 12.00’de başlayıp akşam saat 20.00’ye dek süren Cumhuriyet ve Ankara günleri 29 Ekim akşamına dek sürecek...

Pazar günü Ahmet İnam, Balbay ve Faik Bulut konuştu; ben ve Bahadır Selim Dilek kitaplarımızı imzaladık.

Tolga Çandar dinletisi başladığında ben Bolu yakınlarında mola vermiş, Ahmet Telli’nin dizelerini mırıldanıyordum.

“Türküler paylaşılıyorsa eğer/dağ rüzgârları paylaşılıyorsa/sevinç de dahildir buna/ve o zaman bütün bir yaşam/paylaşılacak kadar güzeldir artık.”

hikmet.cetinkaya@cumhuriyet.com.tr

19 Ağustos 2008 Salı

Ürün piyasaları ve siyaset...

Ali Ekber YILDIRIM / Dünya Gazetesi

Büyük emeklerle hazırlanan, “vizyon”, “strateji” gibi yaldızlı sözcüklerle süslenen belgeler tozlu raflara kaldırılırken, tarım politikası gündelik politika ile yürütülüyor. Böyle olunca, ekonomik ve sosyal gerçeklere, sektörler arası etkileşime bakılmaksızın tarım piyasalarını da siyaset belirliyor.

Ülke gerçekleri, dünya piyasaları, rakip ülke ve ürünler,üretim, tüketim, ihracat, ithalat, planlama, gelecek, küresel ısınma, sağlık ve benzeri konuların hiç birinin önemi yok. Varsa yoksa siyaset.
Bir çok ürünün fiyatı bile siyasetçinin iki dudağı arasında. Üstelikte her yıl farklı bir politika ve farklı bir uygulama ile fiyat açıklanıyor. Bir yıl sabit fiyat, ertesi yıl kademeli fiyat. Biraz sıkışınca tehdit hazır, “ithal ederiz haaaa! “.

Yıllardır böyle.
Gündemde fındık fiyatının açıklanması var.
Fiyatı kim belirliyor?
Ankara. Yani, siyasetçi.
Fındık üreticisi Ankara’da kulis yapıyor.
Fındık ihracatçısı Ankara’da kulis yapıyor.
Fındık tüccarı Ankara’da kulis yapıyor.
FİSKOBİRLİK Ankara’da kulis yapıyor.
Ziraat Odaları Ankara’da kulis yapıyor.
Borsa yöneticileri Ankara’da kulis yapıyor.
Ulusal Fındık Konseyi Ankara’da kulis yapıyor.
Karadenizli milletvekilleri bile Ankara’da kulis yapıyor.
Avrupa’daki çikolata üreticisi (fındık alıcısı) Ankara’da kulis yapıyor.
Herkesin amacı aynı, kendi çıkarları doğrultusunda siyasetçiye fiyatı ilan ettirmek.
Bu kadar geniş bir kesim siyasetçinin ayağına gidince, siyasetçi de kendisinde olağanüstü bir güç görüyor. Bu güce dayanarak bir fiyat açıklıyor. Ufukta seçim varsa, üreticiden yana, seçim yoksa lobisi güçlü olandan yana tavır alıyor.
Yani ortada bir sistem yok. Bu sistemsizlik nedeniyle Türkiye, dünyada hem üretiminde hem de ihracatında yüzde 80 söz sahibi olduğu fındıkta fiyatta ve politikalarda söz sahibi olamıyor.
Sadece fındıkta değil, bir çok üründe durum aynı. İsterseniz yukarıda fındık sözcüğü yerine kuru üzüm yazın, isterseniz pamuk yazın, isterseniz ayçiçeği yazın. Süreç aynı şekilde işliyor.
Bu nedenle her ürün, hasat döneminde gündeme gelir. O ürünle ilgili siyasetçi doğru yada yanlış bir karar verir. Bu karardan zarar görenler olduğu gibi, yarar sağlayanlar da olur. O ürüne ilişkin asıl yapılması gerekenler bir kenara itilir. Bir sonraki hasat dönemine kadar sorunlar rafa kaldırılır.
Tarım sektörünün en temel sorunlarından birisi yaşanan bu sistemsizliktir. Sistem olmayınca devreye akıldışı uygulamalar girer. Sorunlar yumağı büyür ve gün gelir işinden çıkılamaz hale gelirsiniz. Sahip olduğunuz değerleri yitirmeye başlarsınız. Elinizin altındaki potansiyeli değerlendirmezsiniz. Bundan herkes zarar görür. Güçlüyken güçsüz hale gelirsiniz.
Türkiye’de tarım sektörünün geldiği nokta bu. Fındıkta, çekirdeksiz kuru üzümde, kuru incirde, kuru kayısıda dünya üretiminde ve ticaretinde lider olan Türkiye, bu ürünlerde söz sahibi değil.
Kuru meyvede Türkiye’nin yerinde Amerika, Fransa veya Almanya gibi sistemi olan ülkelerden birisi olsa neler olurdu düşünebiliyor musunuz?

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Tek Başınalık


Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü biri
Ve hiç bir şey yapmamaya karar verdi


Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü bir öteki
Ve yalnızlığının kuytuluğuna çekildi


Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü bir üçüncü
Ve tek basına düşünmeyi sürdürdü.


Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü yüz binler
Ve tek başınalıklarını sürdürdüler


Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü milyonlar
Milyonlarcaydılar


Ve tek başınaydılar
Bu arada birileri
Onlar adına
Karar vermekteydi


Tek başına olduklarını sananlar
Topluca ortadan kaldırıldılar. ...


(ATAOL BEHRAMOGLU)